Mevlânâ, şeyhi Seyyid Burhâneddin'in vefatından beş yıl sonra Konya'da Şems-i Tebrîzî ile karşılaştı. Dönemin pîrleri tarafından "Tebrizli Kâmil" olarak isimlendirilen ve birçok yer dolaştığı için "Şems-i Perende" (uçan Şems) diye anılan bu zat ilk önce Tebriz'de Şeyh Ebû Bekr-i Selebâfın hizmetinde bulunmuş, ardından birçok mutasavvıfla sohbet etmişti. Eflâkî, Şems'in Konya'ya 26 Cemâziyelâhir 642 tarihinde geldiğini söyler.
Malakatta. "Beni velîlerinle tanıştır" diye dua etmesi üzerine rüyasında, "Seni bir velîye yoldaş edelim" denildiğini, onun nerede olduğunu sorduğunu, ertesi gece o velînin Anadolu'da bulunduğunu, ancak tanışma vaktinin henüz gelmediğinin söylendiğini anlatan Şems ile Mevlânâ arasında ilk karşılaştıkları sırada geçen konuşmanın mahiyeti hakkında farklı rivayetler vardır. Sipehsâlâr, bir gece Konya'ya gelip Pirinççiler Hanı'na yerleşen Şems-i Tebrizî'nin sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlânâ ile göz göze geldiğini, ilk manevî etkinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlânâ'nın hemen karşısındaki bir sedire oturduğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şems'in söze başlayarak Bâyezîd-i Bistâmi'nin, Hz. Peygamber (asv)'in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, "Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir." "Cübbemin içinde Allah'tan başka kimse yoktur." gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed (asv)'in ise. "Bazan gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah'a her gün yetmiş defa istiğfar ederim" dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kaydeder.
Mevlânâ, cevap olarak Bâyezîd'in kâmil velîlerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince, bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resûl-i Ekrem (asv)'in ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki makamın küçüklüğünü görünce daha önce o kadarla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlânâ ile kucaklaşmıştır.
Eflâkî'ye göre ise Şems-i Tebrîzî Konya'ya geldiğinde Şekerciler Hanı'na yerleşmiş, Mevlânâ, ders verdiği dört medreseden biri olan Pamukçular Medresesi'nden talebeleriyle birlikte ayrılıp katır üzerinde giderken Şems ansızın önüne çıkmış ve katırın gemini tutarak, "Ey dünya ve mâna nakitlerinin sarrafı, Muhammed Hazretleri mi büyüktü yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi?" diye sormuş, Mevlânâ, "Muhammed Mustafa bütün peygamberlerin ve velîlerin başıdır" diye cevap verince Şems, "Peki ama o, 'Seni tesbih ederim Allah'ım, biz seni lâyıkıyla bilemedik" dediği halde Bâyezîd, 'Benim şanım ne yücedir. Ben sultanların sultanıyım" diyor" demiş, bunun üzerine Mevlânâ, "Bâyezîd'in susuzluğu az olduğu için bir yudum su ile kandı; idrak bardağı hemen doluverdi. Halbuki Hz. Muhammed (asv)'in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı. Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah'a daha çok yakın olmak istiyordu" diye cevap vermiş, Şems bu cevabı duyunca kendinden geçmiş, bir müddet sonra birlikte yaya olarak medreseye gitmişlerdir.
Olayı Eflâkî'nin kaydettiği gibi anlatan Abdurrahman-ı Câmî ayrıca şöyle bir rivayet aktarır: Mevlânâ havuz başında kitaplarını açmış çalışırken Şems gelerek, "Bunlar nedir?" diye sormuş, Mevlânâ, "Bunlar kil ü kâldir" diye cevap verince, "Senin bunlarla ne işin var?" diyerek kitapları havuza atmış. Ardından Mevlânâ'nın tepkisi üzerine onları tekrar toplamış, suyun kitaplara zarar vermediğini gören Mevlânâ, "Bu nasıl sırdır?" diye sorunca Şems, "Bu zevktir, haldir, senin ise bundan haberin yoktur" demiştir.
Devletşah'ın Tezkire'sinde Şems'in sorusu, "Mücâhede, riyazet, ilim tahsili ve tekrarından maksat nedir?" şeklindedir. Mevlânâ buna, "Sünnet ve şeriat edeplerini bilmektir" cevabını verince Şems, "Bunların hepsi zahire müteailiktir" demiş, Mevlânâ'nın, "Bunun üstünde daha ne vardır?" şeklindeki sorusuna da, "İlim odur ki insanı malûma ulaştırır" diyerek Senâî'nin, "Cehalet seni senden almayan bir ilimden daha kıymetlidir" anlamına gelen beytini okumuştur. Mevlânâ bundan çok etkilenmiş ve bu olayın ardından kitap mütalaa etmekten ve ders okutmaktan vazgeçip sürekli Şems ile birlikte olmuştur.
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan sonra halkla tamamen alâkasını kesmiş, medresedeki derslerini ve müridleri irşad işini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ederek geçirmeye başlamış. Bu durum müridlerin şeyhlerini kendilerinden ayıran, kim olduğunu bilmedikleri Şems'e karşı kin beslemelerine sebep olmuştur. Mevlânâ'nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikoduların yayılması üzerine Şems'in ansızın şehri terkettiği, Mevlânâ'yı çok üzen bu olayın ardından durumun daha da kötüleştiğini farkeden müridlerin Mevlânâ'dan özür diledikleri kaydedilmektedir. Bir müddet sonra gönderdiği mektuptan Şems'in Şam'da olduğunu öğrenen Mevlânâ, dönmesi için ona çok içli mektuplar yazmıştır.
Eflâkî, Mevlânâ'nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, "hindiban" denilen kumaştan birferecî (önü açık hırka) yaptırdığını, başına bal renginde yünden bir külâh geçirip üzerine şekerâvîz tarzında sarık sardığını ve öteden beri dört hâneli olan rebabı altı haneli yaptırarak semâ meclislerini başlattığını söyler. Sipehsâlâr onu semâ yapmaya Şems'in teşvik ettiğini belirtmektedir. Sultan Veled, daha sonra babasının kendisini Şam'a gönderdiğini, ısrarlı davet karşısında Şems'in Konya'ya dönmeyi kabul ettiğini ve birlikte Konya'ya döndüklerini belirtir. Mevlânâ ile Şems arasındaki ilişkiyi Hz. Mûsâ-Hızır ilişkisine benzeten Sultan Veled, Hz. Musa (as)'ın peygamber olmasına rağmen Hızır'ı araması gibi Mevlanâ'nın da zamanında ulaştığı makama ulaşmış hiçbir kimse bulunmadığı halde Şems'i aradığını söyler.
Mevlânâ'daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur'an ve Sünneftir. "Canım tenimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim ben. / Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım" beytiyle bunu dile getirmiş, "Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum" diyerek, bir Müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğin belirtmiştir.
Hazret-i Mevlânâ'yı Yetiştiren Mutasavvıflar:
a. Sultânü'l-Ulemâ Şeyh Bahâeddin Veled Hazretleri:
Önceki bahislerde şahsiyetini belirtmeye çalıştığımız Bahâeddin Veled, Mevlânâ'nın ilk mürşididir. Yâni Mevlânâ'ya Allah yolunu öğretip, tasavvuf usulünce hakikatleri ve sırları gösteren tarikat şeyhidir.
Bütün İslâm âleminde yüksek itibar ve şöhrete sahip olan Bahâeddin Veled, Selçukluların Sultânı Alâaddin Keykûbat'tan yakın alâka ve sonsuz hürmet görür.
Bahâeddin Veled, 3 Mayıs 1228 tarihinde Selçukluların baş şehri Konya'yı şereflendirip yerleştikten kısa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alâaddin Keykûbat (saltanat müddeti 1219-1236), sarayında Bahâeddin Veled'in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevî terbiyesi altına girdi.
Sultânü'l-Ulemâ'ya gönülden bağlı olan Sultan Alâaddin onu hayranlıkla şöyle över :
"Heybetinden gönlüm tir tir titriyor; yüzüne bakmaktan korkuyorum.
Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor.
Bu âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum; yâ Rabbî, bu ne hâl?
İyice inandım ki o, cihanda nâdir bulunan ve eşi benzeri olmayan bir Allah dostudur."
Dünya sultânına hükmeden, eşsiz Allah dostu mânâ ve gönül sultânı Bahâeddin Veled, 24 Şubat, 1231 tarihinde Cuma günü kuşluk vaktinde ebedi âleme göçtü. Geriye Muhammed Celâleddin gibi bir hayırlı oğul ile Maârif gibi bir eser bıraktı.
Sultânü'l-Ulemâ, sâdece duygu ve düşüncelerini açıkladı şöhret peşinde koşmadı. Etrafmdakilerini yetiştirdi ve onları dâima aydınlattı.
Bahâeddin Veled Hazretlerinin Eseri Maârif:
Maârif, Bahâeddin Veled'in meclislerindeki anlattıklarının va'z ve nasîhatlarmın bizzat kendisi tarafından yazılarak bir araya getirilmesiyle meydâna gelmiş tasavvufî, ahlâkî bir eserdir. Konusu, muhtevası ve üslûbu ile birinci derecede tasavvufî bir eser olan Maârif, hem kitabın kendi açısından, hem de Mevlânâ üzerindeki tesiri bakımından büyük bir önem taşır.
Seyyid Burhâneddin Hazretlerini Bekleyiş:
Bahâeddin Veled'in irtihalinde Mevlânâ yirmidört yaşında idi. Babasının vasiyeti, dostlarının ve bütün halkın yalvarmaları ile babasının makamına geçti, oturdu.
Mevlânâ, babasından sonra, Seyyid Burhâneddin ile buluşuncaya kadar, bir yıl mürşidsiz kaldı. 1232 tarihinde babasının değerli halîfesi Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî, Konya'ya geldi. Mevlânâ onun manevî terbiyesi altına girdi.
b. Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmîzî Hazretleri:
Seyyid Burhâneddin, mertebesi çok yüksek, bir kâmil mürşid idi. Maârif adlı eseri irfanının delîlidir. Kendisine, dâima kalblerde bulunan sırları bilmesinden dolayı, Seyyid Sırdan denirdi.
Seyyid Burhâneddin, tâ çocukluk yıllarında bir lala gibi omuzlarında taşıyıp dolaştırdığı, Mevlânâ'ya dedi ki:
"Bilginde eşin yok, seçkinsin.
Ama baban hâl (manevî makam) sahibiydi; sen de onu ara, kalden (sözden) geç.
Onun sözlerini iki elinle kavramışsın; fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol.
Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihâna ışık saçmada güneşe benze.
Sen zahiren babanın mîrasçısısın; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy."
Mevlânâ babasının halifesinden bu sözleri duyunca samimiyetle onun terbiyesine teslim oldu.
Mevlânâ candan, samimiyetle, Seyyid Burhaneddin'i babasının yerine koydu ve gerçek bir mürşid bilerek gönülden, tam dokuz yıl ona hizmet etti. Bu zaman zarfında, o kâmil mürşidin kılavuzluğu ile mücâhede (nefsi yenmek için gayret sarfederek) ve riyazetle (dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınarak perhizle) meşgul olup, o kâmil arifin feyizli sohbet ve nefesleriyle pişti, olgunlaştı, baştan ayağa nur oldu; kendinden kurtuldu, mânâ sultânı oldu. Nitekim, Mesnevî'sindeki şu iki beyit, piştiğinin, kâmil insan mertebesine ulaştığının ifadesidir:
"Piş, ol da bozulmaktan kurtul... Yürü, Burhan-ı Muhakkik gibi nur ol.
Kendinden kurtuldun mu, tamâmiyle Burhan olursun. Kul olup yok oldun mu, sultan kesilirsin."
Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopedisi, Mevlana Md.