Ramazan hep aynı, değişen bizleriz...
Hatırlıyorum o günleri...
Küçücüktüm, ilkokula gittiğim yıllardı. Ramazan ayı kış mevsimine rastlamıştı, yoğun kar yağışı altında okula giderdik biz. Tabanlarımın altında çatırdayan buzların sesi hâlâ kulağımda yankılanır. Tabii kış mevsimi olduğu için tuttuğumuz oruçların vakti de kısa olurdu. Akşam ezanı saat beş-altı gibi okunurdu...
O zamanlar öğlenciydim, akşam saatlerinde eve gelirdim. Botlarımı çıkarır, ıslanan külotlu çorabımı hemen sobanın üzerindeki tellere asar, önlüğümü bir kenara fırlatır ve hemen salona koşardım. İlk işim her zamanki gibi kardeşimi şapır şupur öpmek olurdu.
'Ezana az kaldı, hadi sofraya.' derdi annem. Bizim soframız yer sofrasıydı, tahtadan yapılmış, ortasında sofrayı dengelemeye yarayan iki üç ayağı olurdu Her seferinde dizimi o ayaklara çarpar dururdum. Sakarlığım küçüklüğümden mirastı sanki...
Kendim oruç tutuyormuşum gibi büyük bir heyecanla ezanın okunmasını ve top patlamasını beklerdim. O son dakikalar geçmek bilmezdi benim için. Hoca 'Allahu Ekber' derdi, şaha kalkardı küçük yüreğim... Bir hışımla, en çok ben açmışım gibi saldırırdım yemeklere. Ah annemin o yemekleri ne leziz gelirdi bana... Sanki dünyanın en güzel, en lezzetli yemekleri anneminkilerdi. Yemek bittikten sonra sofrayı toplamak için anneme yardım ederdim, birkaç tabak götürürdüm mutfağa. Sallanan ve her an yıkılacakmış gibi duran o tabakları mutfağa götürmek benim için büyük bir lükstü. Görevini başarıyla tamamlamış bir insan edasıyla gülümseyerek geçerdim tekrar salona. Sobanın kenarında beni bekleyen okul çantamın içinden defter ve kitaplarımı çıkarır, yine yer sofrasını ortaya koyar ve üzerinde ödevlerimi yapardım.
Babam kardeşimle oynardı, arada ödevimi bırakıp onların oyununa katılır ve sonra tekrar dönerdim sofra başına. Tam ödevlere dalmışken sofraya konulan bir tabak dikkatimi çekerdi.
Annem...
Dilimlediği portakal ve mandalinaları bana uzatırdı. 'Hepsi bitecek.' derdi, bir kaşı kalkık olurdu ama gülümsemesi hep genişti... Hiç bitmeyecek ve solmayacak gülümsemenin ayak izleri asılıydı yüzünde. Baktıkça doyamadığım, ayna karşısına geçip gülümsememi ona benzetmek istediğim bir annenin ilkokula giden evladıydım.
Ah o zamanlar...
Neşeyle geçerdi kış akşamlarımız bizim.
Babam sönmek üzere olan sobanın ateşini harlamak için kenarda duran teneke kutunun içinden odun ve kömürü çıkarıp atardı sobanın içine. Soba öyle bir tutuşurdu ki, alevinin yansıması tavana vururdu. Kapağındaki yuvarlak şekiller tavanda asılı kalırdı sönene kadar...
Annem akşam çayını hazırlamak için mutfağa gittiği sırada, ödevlerimi bitirmenin verdiği rahatlıkla hemen peşinden gitmiştim. Mutfağımız soğuk olurdu, annem burada durmamı çok istemezdi. Ya hemen sırtıma yelek giydirir, ya da 'içeri geç' diye söylenirdi. Yine 'ne oldu' der gibi bakışıyla beni süzerken, 'yarın ben de oruç tutacağım anne' demiştim. Annem hayretle ve sıcacık gülümsemeyle baktı yine o akşam... Tepsiye koyduğu bardak ve bisküvilere takıldı gözüm. Petibör bisküvisi vardı... En sevdiğim... Hemen dolaptan çikolata ve çekmeceden bıçağı alıp koydum tepsiye. Bisküvinin üzerine çikolata sürüp yemek favorimdi benim o zamanlar. Gerçi hâlâ öyle ya...
'Tutabilecek misin? Daha çok küçüksün, açlığa dayanamayabilirsin' demişti annem. 'Tutarım' dedim ısrarla.
Sonra annem tekne orucu denen şeyi anlattı bana. Ne gülmüştüm ama adına. Tekne diye oruç mu olurmuş demiştim. Oldu olacak gemi olsun :) Çocuk olduğum için oruca alışmam adına öğlene kadar tutabileceğimi söyledi. Ben tabii yine ısrarla, 'hayır ben de siz gibi akşama kadar tutacağım!' demiştim. Annem gülerek peki demişti...
O gece sahura kaldırdı beni annem. Yarı baygın gözlerle sofraya oturdum. Annem sırf ben de oruç tutacağım diye sofrayı öyle bir donatmıştı ki... Kızarmış ekmekler, ballar, reçeller, yumurtalar, sucuklar... Uykudan açılmayan gözlerim bir anda açılmıştı. Yemeğimizi yedikten sonra annem bana niyeti öğretti. Beraber niyet ettik oruç tutmaya. Daha sonra annem sofrayı toparlayıp namaz kılmak için abdest aldı, namazını kıldı. Kuran okuduğu sırada hemen bir tane ben de aldım Yasin cüzlerinden, annemin örtülerinden örttüm kafama ve Türkçe olarak bir şeyler okudum durdum.
O gece seher vakti beraber amin demiştik rahmetli anneciğimle... O gün benim ilk sahurum, ilk heyecanımdı... Unutmak ne mümkün :)
Sahurun ardından uyuyup uyandığımda bir baktım ki vakit öğleye yaklaşıyor... Hemen okula gitmek için hazırlanmıştım. Annem 'gel bir şeyler ye, hadi orucunu aç' demişti ama ben inatla orucumu açmadım. Her zamanki gibi hazırlandım ve okula gittim. Benimle beraber bir iki kişi daha oruçluydu o gün... Ders ortasında sessizliğin içinde karnım birden guruldayınca utancımdan yanaklarım kıpkırmızı olmuştu. Öğretmenime 'oruçluyum' demiştim... Ders arasında açlıktan kıvranmalarım, teneffüs vakti gözümün önünde yenen yemekler, tokluğun verdiği rahatlıkla ip oynayan kızlar... Ve sınıfın bir köşesine tünemiş, halsiz, baygın gözlerle akşamın olmasını bekleyen bir ben...
Sınıftaki bir arkadaşım yanıma gelmiş ve gözümün önünde afiyetle şeker yemeye başlamıştı. Ama o şeker nasıl tatlı görünüyordu gözüme. Pembe renkli, parlak, kocaman bir lolipoptu. O an arkadaşım bana da bir tane uzattığında bir anda orucumu unutup almış ve yemiştim. Tabii sonra oruçlu olduğum aklıma gelince elimdeki şekeri yere bir fırlat, 'bana sen bilerek verdin bu şekeri' diye arkadaşımı bir azarla, sonra üstüne bir ağlama krizine gir...
Akşama eve geldiğimde hâlâ ağlıyordum orucum bozuldu anne diye :)
Günler öyle geçti...
Özlediğim, tekrar o günlere gidemediğim nice ramazan geçti gitti ömrümüzden...
Fırının önünde heyecanla beklediğimiz pide kuyruklarını hatırlıyorum, kese kâğıdının dışından gelen sıcaklıkla ellerimiz yanardı, bazen pideyi yere düşürürdük, sonra hiçbir şey olmamış gibi yerden alır, üç kez öper, başımıza koyar ve koştura koştura eve giderdik. Ramazan davulcuları gümbürdetirdi mahalleyi neşeli manileriyle, iftara bir saat kala komşular birbirine tabaklarda yemek gönderirdi, iftar davetlerine giderken kucağımızda mevsimine göre ya karpuz olurdu, ya içecek, ya da tatlı... Tekne orucunu tutan çocuklar çaktırmadan köşelere sıvışır bir şeyler atardı ağzına, iftar sonrası herkes ya balkonlara kurulur çay içerdi, ya da eline aldığı termoslarla parklara gider, çimlere yayılır, yanına da bir güzel çekirdek çıtlatıp vururlardı sohbetin dibine...
Mahallenin boş bir alanına ramazan şenlikleri kurulurdu. Her akşam gölge oyunları, sihirbaz gösterileri bilmem neleri olur dururdu. İlahiler okunurdu... Kermes gibi tezgâhlar kurulurdu karşı karşıya. Bir pamuk şekeri alırdım, bir renkli macunlardan. Doyamaz gider bir de kâğıt helva alırdım... Sonra mahallenin çocuklarıyla yorulana kadar koşturur dururduk parklarda. Herkes cebinden çıkardığı beş on kuruşu ortaya dökerdi, beraber toplaşır bakkala gider ve bir şeyler alırdık. Çimlerin üzerine çömer yerdik afiyetle aldığımız şeyleri.
Ah... Film şeridi gibi gözümün önünden geçip giden, yılları deviren ramazan güzellikleri... Nerdesiniz şimdi?
Dualar, namazlar, zikirler...
Bir başkaydı be eski ramazanlar, daha samimiydi, daha doğal ve gösterişsizdi...
'Ah nerde o eski ramazanlar!' dediğimiz günleri daha çok arar olduk şimdilerde. Boğazım düğüm düğüm, göğsümün ortası sıkışıyor bir haylice. Eski ramazanlara hasret iken, bu sene bu hasretliğin daha da uzayacak olması canımı acıtan tek şey. Bu ramazanda şöyle piknik yapar gibi çimlerin üzerine örtümüzü serip iftar yapamayacağız, birbirimize gidemeyeceğiz, iftar sonrası havanın serinliğini fırsat bilip kendimizi dışarı atıp parklara koşamayacağız, sahur vakitlerine kadar dışarılarda olamayacağız, pide kuyruğu da olmayacak, camiler boş kalacak, teravih namazları evde kılınacak... Nerden bilebilirdik bu senenin böyle olabileceğini.
Bilseydik şayet emimin ki birçok şeyi değiştirmek isterdik. İnsan şunu anlıyor, Rabbi şunu öğretiyor;
'Geçiyor geçmekte olan ömür... Yarınlar belli değil, dün'ler geçti bitti. Bugün varsın. Gel bugünü yaşamaya bak. İyilikle, güzellikle, ibadetle, yardımlaşarak, günahlardan hicret ederek, sevdiklerinin ve zamanın kıymetini bilerek...'
Rabbim tüm dünyaya bu imtihanı verdiyse vardır bunda da bir hayır, bir hikmet. Allah bu imtihandan da onun razı olacağı şekilde, başarıyla, hayırla, sağlıkla ve kolaylıkla geçmeyi cümlemize nasip etsin. Daha çok Allah'a koşmamız, duaya sarılmamız, umut etmemiz gereken nice şeyler var... İnanıyorum ki tüm bu zorlu günler de geçecek. Rabbimiz büyüktür, merhamet sahibidir.
Sıkarız biraz daha dişimizi, af dileriz daha çok, çekidüzen veririz kendimize, görürüz eksiklerimizi, bir daha yapmamaya gayret ederiz. Allah'a kul olmak adına yapmamız gereken ne varsa inşAllah daha çok yapmaya istekli oluruz. Bu da geçer ya hu deriz, bu da geçer...
Güzel günler bizi bekler, yine yollara düşeriz, yine bir oluruz sofralarımızda, yine çocukların şen kahkahaları ve gürültüleri arasında yürüyüp gideriz. Bir gün batımını izleriz, bir yaz akşamının ayazında üşürken çay içerek ısıtırız içimizi...
Olur ya...
'Kün' dediği gibi olmazları olduran bir Rabbe iman ettiysek olur.
Mühim olan ne kattık bu ramazan heybemize? Ne anladık, ne dersler çıkardık? Nelerden vazgeçtik, neleri düşündük, neler yaptık?
Gelin daha güzel ramazanlara erişmek adına bakalım kalbimizin derinliklerinde saklanan o güzelliklere...
Selam ve dua ile. Hayırlı Ramazanlar.
:)
Tuğçe Çakır
(Eser ve tüm fotoğraflar Tuğçe Çakır'a aittir)