Olgun bir mü'minin sahip olduğu seçkin vasıflardan birisi de, hiç şüphesizi ki utanmadır. Kelime olarak "utanma" şeklinde dilimize çevrilen hayânın tarifini bilginlerimiz şöyle yapmışlardır:
Hayâ: İnsanı iyiliğe götüren ve kötülüğün yapılmasına engel olan mânevî bir kuvvettir.
Buna göre hayâ sahibi olan kimse kendisinde, âilesine ve bütün islâm âlemine faydalı ve yararlı olan her şeyi yapmaktan geri durmayan kişi demektir. Artık o, bütün kötülüklerden ve çirkinliklerden temizlenmiş bir kalb ile Kur'an-ı Kerim'in gösterdiği şaşmaz yolda ilerlerken karşısına çıkan her türlü ahlâksızlık ve kötülükler ona engel olmazlar. Çünkü onun sahip olduğu utanma duygusu, kendisi ile her türlü fenalık arasına aşılması imkansız olan bir sed çekmiştir.
Bu sayededir ki, bir mü'min, yapıldığı zaman kendisini ayıplamaya, kötülenmeye ve tenkid etmeye sebep olan ahlaksızlıkları işlemekten çekinir. Böyle davranan bir müslüman hakkında şüphesiz ki "güzel ahlâklı" dır şeklinde bir hüküm vermek yanlış olmaz.
Şehvet arzularının karşısına çıkıp onlara engel olan, kendisine kötü lâf eden kimseye ondan daha kötüsü ile cevap verdirtmeyen, kişiyi rezalet çukurlarına sürükleyen içki, zina ve kumar gibi kötülüklerden çekip çeviren hayâ, sahibine kazançtan başka ne sağlar? Onu maddi bir felâkete mi uğratır? Sefâlete mi sürükler? Yoksa herhangi bir aşağılık duruma mı götürür? Hayır, hayır, bunlardan hiçbirini yapmaz. İnsana haramı gördüğü zaman gözlerini kapamasını emreden, bir toplantı ânında lüzumsuz konuşmalara ve faydasız tartışmalara engel olan hayâ, kişiye çevresindeki insanların takdirini ve sevgisini kazandırır. Zâten aşağı yukarı bütün insanların istediği bu değil midir?
Şu gerçeği kesin olarak iyice bilelim ki, eğer insanlar arasında ezilmemek, küçük düşmemek ve alay konusu olmamak istiyorsak, yüce dinimizin prensiplerine sarsılma bilmez bir şekilde bağlanmamız gerekmektedir. Ancak o zaman biz sağlam bir içtimaî mevkiye ve bundan da önemli olan Allah rızasına ve hoşnutluğuna kavuşmuş oluruz. Yoksa nefsânî arzularının peşinde koşan, Allah kelâmı dinlemiyen, Peygamber sözü tutmayan insanlar ne dünya da sayılıp sevilirler ne de âhirette sonu olmayan bir hüsrana uğramaktan kendilerini kurtarabilirler.
Bu durumda biz müslümanlara düşen birinci vazife hayâ sahibi olmaktır. Ancak bunu yaparken her konuda olduğu gibi... Bu mesele üzerinde de dikkatle durmamız ve hayânın ne olduğunu eksiksiz olarak bilmemiz gerekmektedir.Bu fani hayatımızda karşılaştığımız her güçlüğü yenmede her problemi çözmede bize kesin ve şaşmaz prensipler gösteren sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) bu mevzu da da bizi şöyle aydınlatmaktadır:
"Abdullah İbn-i Mes'ud anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz (S.A.V.) bize dedi ki:
"Ulu Allah'tan gerekli şekilde hayâ ediniz."
Peygamberimizin bu sözlerine karşılık biz de şöyle cevap verdik:
"Biz Allah'tan utanıyoruz. O'na hamdlar olsun."
Bunun üzerine Peygamberimiz (S.A.V.) şöyle dedi:
"Söylemek, istediğim hayâ, sizin anladığınız mânadaki hayâ değildir. Gerçek mânasıyla Yüce Allah'tan hayâ etmek şöyle olur: Başını ve başında bulunan göz, kulak ve dil gibi organlarını, karın boşluğunda bulunan kalb, mide ve benzeri âzalarını Allah'ın emirlerine aykırı hareketlerden korumadır. Bunun yanında ölümü ve öldükten sonra kabirde çürüyeceğini hatırından çıkarmamandır. Ahireti isteyen kişi, dünyanın gösterişli güzelliklerine gönül bağlamaz ve âhiret işlerine dünya işlerinden daha çok önem verir. Ancak bunları yapan kimse gerçek mânada Allah'tan haya etmiş olur."
Hadis-i Şerif üzerinde biraz derinlemesin düşünerek duralım. Sevgili Peygamberimiz bize şunu imâ etmek istemiştir: Ey insanlar Allah (C.C.) bizi yoktan yarattı. Mahlûkatın içinde bize en güzel sureti verdi. Bu ölümlü hayatı rahat ve huzur içinde geçirmek için nihayetsiz hazinesinden bize sayısız nimetler bağışladı. Hesaba kitaba gelmeyen sınırsız yaratıklar içinden bizi seçip akıl, irâde ve düşünme kabiliyeti verdi. Bütün bu sonsuz ihsan ve ikramlarına karşılık bizden sâdece emir ve yasaklarına uymamızı istedi. Bu kadar nimetler içinde yüzerken Yüce Allah'a karşı gelmekten, O'nun emirlerini çiğnemekten, kısacası O'na karşı nankörlük etmekten utanırız. Dünyada en küçük bir iyiliğini gördüğümüz bir insana karşı saygı ve sevgi hislerinizi açığa vurmaktan çekinmiyorsunuz da, size hayatı vermekle en büyük iyilikte bulunan Ulu Allah'ı tanımamak ve buyruklarını çiğnemek gibi bir küstahlığı nasıl yapabiliyorsunuz? Hiç mi utanmıyorsunuz? Bu davranışlarınız insanlığa ve müslümanlığa yakışır mı?
Kalbinde imânı, kafasında aklı olan herkes bu hakikat karşısında şöyle düşünmelidir: Mâdem ki beni yaratan, büyüten, bana akıl, irâde ve her türlü ni'meti veren Yüce bir yaratıcı vardır ve bana bu kadar ihsanlarda bulunmuştur, öyleyse bunlara karşılık elbette ki benden bazı ödevler isteyecektir. Bir müslüman olarak bunları yerine getirmemekten ve O'na karşı nankörlük etmekten utanırım.
Böylece kişi gerçek mânada hayâ sahibi olur. Yoksa anne babasının, âmirlerin ya da yabancıların karşısında çıkıldığı zaman yüzün kızarması, ellerin titremesi ve dudakların kekelemesi utanmanın alâmetleri değildir. Sonunda Yüce Allah'ın kelimelerin anlatamayacağı kadar korkunç olan azâbını düşünerek şehevî arzulara karşı çıkan, gözlerini harama bakmaktan koruyan, kafasında ve gönlünde müslümanların zararına tek düşünce bulundurmayan kimse gerçek mânasıyla hayâ sahibidir. Allah'tan utanmasını bilen bu türlü üstün insanlardan çevrelerine artık hiçbir kötülük gelmez. Onlar herkesin sevdiği saydığı ve cemiyetin örnek kabul ettiği kimselerdir. Allah cümlemizi böyle olan kullarından eylesin... Amin...
Hayâ konusu üzerinde dururken, günümüzün genç kız ve kadınlarının yürekler sızlatıcı durumlarını hatırlamamak mümkün müdür? Mensubu olduğumuz yüce islâm dini kadına en büyük en üstün şerefi bahşederken, onu cemiyetin çekirdeği saymış ve hürmete lâyık bir varlık olduğunu bildirmiştir. Tarihte bu anlayış ile yetiştirilen nice müslüman kadınlar görmekteyiz ki, iffet ve ismetin birer heykeli haline gelmişler, harp meydanlarında birer kahraman, evlerinde sadık ve vefakâr birer eş ve cemiyet hayatlarında da hürmet edilir birer insan olmuşlardır.
Müslüman Türk milleti birinci dünya harbinde ölüm-kalım savaşlarından en korkuncunu verirken, müslüman Türk anaları da cephelerde koşmuş, evlâtlarının ve torunlarının bu vatan toprakları üzerinde namuslu ve şerefli yaşayabilmeleri için kanını akıtmıştır. Kara Fatma'ların, Hacce ninelerin gösterdikleri üstün başarıların yardımıyla namusumuz, şerefimiz ve vatanımız, yüzbinlerce şehit verilerek kurtarıldı. Şimdi soruyoruz. Peki biz niçin bu kanları akıttık? Niçin kadın-erkek, çoluk-çocuk cephelere koştuk? O zaman neyin müdafaasını yapıyorduk? İşte zamanımızdaki gençliğe maalesef bu soruların gerçek cevabı verilmemekte ve öğretilmemektedir. Senelerden beri bu milletin imanına, kitabına ve mukaddesatına düşman yetiştiren bir maarif sisteminin etkisiyle bugünkü dehşet verici manzara ortaya çıkmıştır. Bugün farklı bir şekilde duyan, düşünen ve gayri islâmî bir hayat yaşayan bir zamane gençliği sokakları doldurmaktadır. Bunların göze çarpan ilk özellikleri utanma duygusundan yoksun olmalarıdır. Ailenin, toplumun başına belâ olmaktan başka hiç bir işe yaramayan bu güruhu, islah etmenin tek yolu, önce bunlara kim olduklarını öğretmek ve utanma duygusunu kalblerine yerleştirmektir.
Kaynak: İslâm'da Evlilik ve Mahremiyetleri
(Abdullah Aydın)