İçimdeki tarifini koyamadığım duyguların hangisini besleyip büyüteceğimi bilememek bir miktar kafa karışıklığına sebep olsa da; bulunduğum anda, zamanı kendime durdurup, kendimle baş başa kalma isteği nüksediyor son zamanlarda. İnsan bazen kendine kaçmak istiyor kalabalıklardan. Çünkü özünde aradığı mutlak bir şey var. Bu zamanın bilgeliği ve gerçek mutluluğu bence olduğumuz andan keyif almayı bilmek, yaşamayı denemek ve çabalamak olmalı.
İnsan beklentilerini yükselttikçe, mutlu olmayı bilemez. Yani mutsuz olmak istemiyorsak, mutlu olmayı fazlasıyla istememek gerekiyor. Bulunduğun yeri güzelleştirip, var olan şeylerle mutluluğu tatmak nitekim en doğru seçenek olacaktır.
İnsan, kendine yetmeyi, kendi ile mutlu olabilmeyi, kendi ile dertleşebilmeyi, kendini sevmeyi öğrenmeli. Bulunduğumuz hayatın su gibi akıp gittiği gerçeği içinde yüzüyoruz. Kulaçlarımız her zamankinden daha güçlü olmak zorunda, yenilmek, umutsuzluğa düşmek insana yakışmaz. Bir rüya gibi geçip giden ve uyandığımızda kaybolan anıların toplamı gibi hayat; somut ve soyut kardeşler omuz omuza vermiş yürüyor. Yapabileceğimiz en iyi şey sakince korkularımızı ve endişelerimizi üzerimizden atıp, kendimizi özgürleştirmek olmalı. Bugün yaşadığın herhangi bir kötü olay, yarın da yaşanacak. Öbür günde ve bundan sonraki gelen nice günlerde de... Ama bunlara eş değer güzel zamanların da olacak. Mutlulukların da dağılacak, bölünecek, günlere, aylara ve yıllara... Birbirine paralel bir şekilde ilerleyen duygularının esiri olmaktansa, yönlendirilebilir ve sürdürülebilir bir mantıkla duygularının peşinden temkinli gitmek, daha sağlıklı olacaktır. Senin için, benim için, bizim için.
İnsanlar diyorum, yani biz, ne kadar da hayatı bencilce yaşıyoruz öyle değil mi? Bir bana mı böyle geliyor yoksa? Fakat sanmıyorum... Tahammülsüzlüğün arttığı bu devirde, birbirimize içten bir şekilde 'günaydın' demek lüks oldu.
Bir nida koptu, 'eyvah! Porselen takımım kırıldı!' diye.
Yerde parçalara ayrılan porselen takımları gibi kalplerimizi kırdık durduk birbirimizin, geriye deriye batan ve kanatan bir küçük parça olarak kaldık.
Saygısızlık, üzerimize giydiğimiz 'modanın en gözde' paltosu gibi oldu... Podyumda gibi, bir garip eda ile yürür olduk. Başımızın dikliği alnımızın aklığından değil de, kibirdendi sanki... Oysa peygamber efendimiz başı yerde yürürdü, tevazu ile.
Dilerim önce kendimizle olan sorunumuzu hallederiz, bir başka kalplere daha iyi dokunabilmek için...
Çünkü biliyorum, hakiki sevgi nerede ise, kalplerimiz bir kuş gibi oraya göçer.